Dr. Mehmet Perinçek
Karl Marx’ın ortaya koyduğu ve dünya devrimci hareketinin pratiği içinde gelişen fikirleri, Kemalist Devrim’in ideologlarını da etkilemişti. Bunların başında da Mahmut Esat Bozkurt geliyordu.
‘İSTİDADE EDİLECEK ÇOK ŞEY VAR’
“Ben komünist değilim. Türk milliyetçisiyim.” şeklinde yazan Bozkurt, hemen arkasından “Fakat, Marx’ın görüşlerinden, ilmi tahlillerinden, metotlarından hak ve hakikatler lehine istifade edilecek çok şeyler vardır.” diye eklemeyi de ihmal etmiyordu. (Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali I-II, Kaynak Yayınları, İstanbul, Aralık 2008, s.117 vd.)
Mahmut Esat Bozkurt’a göre Marx’ın ve Lenin’in düşüncelerinde milliyetçiliğin ve demokrasinin noksanlarını tamamlayacak çok nokta vardı. (Bkz. Yeni Asır, 8 Ağustos 1933.)
Bozkurt, Marx’la ilgili şu satırları da kaleme almıştı:
“Karl Marx da büyük feragat örneklerindendir. Marx, Matmazel Vestfalen ile evlendi. Hem kendisi, hem karısı zengin aileye mensuptular. Ortaya attığı sosyalist davası uğrunda hapishanelere düştü. Kaçtı. Sürgünden sürgüne koştu. Fransa’ya gitti. Almanya’nın müdahalesi üzerine Fransa’yı terke mecbur oldu. Belçika’ya geçti. İşçi hareketleri başladı. Orayı da terk ile İngiltere’ye gitti. İngiltere’de barınabildi. Hayatını sıkıntı içinde bitirdi. Gazetelere yazılar yazarak geçiniyor, ara sıra da arkadaşı Engels’in yardımına mazhar oluyordu. Bugün Londra’nın bir mezarlığında, başında küçük bir taş olduğu halde, ebedi uykusunda yatıyor.
Fakat dava mahiyeti itibariyle ne olursa olsun, bugün Rusya’da Marx’ın heykelleri yükseliyor. Dava dünyayı düşündürüyor. İşte bilginin, yüksek düşüncenin, feragatin verimi!” (Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali I-II, s.68.)
‘HALKÇILIĞIN BABASI’
Bozkurt’un 22 Şubat 1939’da İzmir Halkevi’nde verdiği konferanstaki sözleri de kayda değerdir:
“Türk köylü ve işçisini ve onun haklarını kadrosu içine almayan bir sistem, Türk milliyetçiliği değil. Karl Marx’ın çok yerinde ve umumî mahiyette, dediği gibi, kuvvetli tek bir sınıfın, diğer zaif sınıfları esir sürüleri gibi kullanması, sömürmesi sistemidir.”
Bozkurt, hukukun en doğru tahlilini, terkibini Marx’ın anlayışında bulduğunu belirtirken (Hukuk Gazetesi, 31 Mart 1935) Anadolu’da Yeni Gün gazetesinde çıkan yazılarında da (1 Ekim 1920 ve 11 Ocak 1921) Marx’ı “büyük dahi” ve “halkçılığın babası” olarak anmıştı.
‘TÜRKİYE KOMÜNİZMİ KIZIL ELMA YOLUDUR’
20 Ekim 1920 tarihli Yeni Gün’de Marx ve Türkiye komünizmi meselesine de değinmişti:
“Vakıâ Marx felsefesini yazarken bütün dünyayı düşündü, fakat milliyet yoktur demedi ve diyemezdi de. Dese tabiî bir hadiseyi, bir varlığı inkâr etmiş olurdu. Binaenlaleyh, Almanyalı filozofun çizdiği hatları takip etmek şartıyladır ki milliyet devri açılacak, milletler mesut olacaktır. Yoksa Komünizm bütün dünyanın tek bir millet olması demek değildir. Muhitin, tabiatın, zihniyetin, hayatî şartların tarihî sebeplerin tehâlüfü zarurî ve kat’î ise çeşitli milletlerin ve milliyetlerin kabulü de mecburîdir. Nazarımda Türkiye Komünizmi, Türk milletinin saadetine, bunun takviyesine hâdim bir alettir. Millî iştirak yarının Türk birliğine giden bir caddedir, bir seyirdir. Kızıl elma yoludur. Düşünceme göre Mazzini en doğru cemiyeti teşkil etti, Marx bunun fiiliyatını hayatını tanzim etti.”
HAKİMİYETİ MİLLİYE’DE MARX YORUMU
Ankara hükümetinin resmi yayın organı olan Hâkimiyeti Milliye’nin İstiklâl Savaşı yıllarında Marx hakkındaki değerlendirmesi ise şöyle olmuştur:
“Dünyanın kanlı ve umumi bir inkılâba doğru gittiğini haber veren, tarihi pek iyi gözle tetkik ettikten sonra, bizim istikbal hakkında pek doğru bir hüküm vermiş olduğunu, olup bitenler ile şimdi anladığımız bu büyük adam, dünyanın yürüyeceği yolları vaktiyle keşfetmiş olmakla iftihar edebilir.” (Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi/Hâkimiyeti Milliye Yazıları, Kaynak Yayınları, İstanbul, Eylül 2003, s.88.)
‘TÜRKLER, FİKİRLERİNİ HAYATA GEÇİRENLER ARASINDA ÖN SIRADA’
Milli Mücadelenin başka bir yayın organı olan Yeni Gün gazetesi de 28 Nisan 1922 tarihli sayısında Azerbaycan’da Sovyet iktidarının kuruluşunun ikinci yıldönümünü şu sözlerle ele almıştı:
“Tarihin bütün devirlerinde, her inkılâbın önünde giden Türk, peygamberlerin kitaplarını çöllerde ve bozkırlarda sınırsız bir imanla taşıdığı gibi, saltanat devrinde sultanlığın en muhteşemini kurduğu gibi, Karl Marx’ın fikirlerini de hayata geçirenler arasında, hiç şüphesiz ki Türkler, ön sırada bulunacaklar ve Azerbaycan bunun en güzel örneğidir.” (Bkz. Nurettin Gülmez, Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’da Yeni Gün, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s.45.)
Emperyalizm çağının milli demokratik devrimcileri, bir taraftan Fransız Devrimi’nin ilkelerini benimserken, diğer yandan Bilimsel Sosyalizmin halkçılığından, kamuculuğundan etkilenmişlerdir. Mustafa Kemal, daha genç bir subayken 5 Ocak 1904 günü defterine “Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı” şeklinde yazarken (Bkz. Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.1, Kaynak Yayınları, İstanbul, Ekim 1998, s.15.)
Mahmut Esat Bozkurt’un Marx hakkındaki tespitlerine şaşmamak gerekir. Sadece geçtiğimiz yüzyılın başında değil, bu yüzyılda da Marx’ın fikirleri ve mücadelesi, 150 yılı aşkın süredir pratik içinde sınanıp gelişerek güncelliğini korumaya devam ediyor.
KARL MARX VE TÜRKLER
Türk, halk kitleleri Marx’ta hayranlık ve saygı uyandırmıştı. Hatta Marx, Türklere karşı nötr olmanın dahi zor olduğu bir dönemde Türkofil olmakla eleştirilmişti. Marx, Türk köylüsünde, yani halk kitlelerinde, Avrupa’nın en yetenekli ve en erdemli temsilcisini görüyordu. Özellikle hayatının son döneminde Türkiye’nin devrimci potansiyelini sezen Marx, Türkçe öğrenmeye de başlamıştı. Kapital’i bitirmek yerine Türkçe çalışıyordu. (Konuyla ilgili bkz. Taner Timur, Marx-Engels ve Osmanlı Toplumu, Yordam Kitap, İstanbul, 2012.)
Mahmut Esat Bozkurt, Marx’ın bu yönünü fark etmiş ve Tan gazetesinin 26 Temmuz 1935 tarihli sayısında “Karl Marx ve Türkler” başlığıyla bir yazı kaleme almıştı. Tam metnini sunuyoruz:
Geçenlerde:
“Marx’ın (Kırım Savaşı). (Rus-Türk Savaşı) adlı kitaplarını okudum.
Büyük adamın anlattıklarına bakılırsa, Türkler ona çok sempatiktir.
“Marx” Çarları ve Çarlar siyasasını yerlerin dibine geçiriyor.
Türkleri haklı görüyor.
Marx’ın hakkımızda söylediği şeyler içinde en güzeli bence şudur:
Bize yabancı olan bu adam, 1854’te bugünü görüyordu.
Bundan 81 yıl önce, “Marx” şöyle düşünüyordu:
“Bu gidişle Türkler, Avrupa’da tutunamıyacaklardır. Fakat ne yapılırsa, yapılsın Türk devleti ortadan kaldırılamıyacaktır.
Türkler belki bir gün Anadolu içlerine kadar sürüleceklerdir. Fakat onlar, hakikî varlıklarını orada bulacaklar; orada yeniden güçlü, kuvvetli bir Türk devleti kurulacaktır.”
Görüşteki uzunluğa;
Görüşteki aybata (heybete) ne dersiniz?
“Marx’ın 81 yıl önce gördüğü Türk devleti kuruldu. Ve eli Avrupa’dadır.
Marx’ın gördüğü devlet onun anlayışından bir farkla kuruldu.
Bu fark, yeni Türk devletile Avrupa’nın ve batı medeniyetinin Büyük Asya sınırlarına kadar uzanmış, oralara kadar genişlemiş olmasıdır.
Türkiye bugün Asya değil, Avrupa devletlerinden sayılıyor.
“Marx”, yeni Türkiye hakkındaki görüşünü bundan 81 yıl önce ortaya koydu.
81 yıl sonra, bu kadarcık bir retuş;
Bu kadarcık küçük bir retuş;
Onun hesabına bir eksik, bir görüş eksiği sayılmaz!
“Marx”ın görüşündeki kuvvet; yeni Türkiye’nin genç gücünde yaşıyor!
Beş sene oluyor.
“Marx”ı okuyorum.
Onu tam anladım dersem, kendi kendimi aldatmış olacağım.
Anlamağa çalışıyorum demek, daha doğru olacak gibi geliyor bana..
“Marx”ı bu kadar derin, bu kadar çetin buluyorum.
Bu beş senelik devamlı etütten önce ve sonra “Marx” filozofisi hakkında yazılmış birçok şeyler gözden geçirdim.
Fakat?
Bir şeyin hakikatine varmak için bu metot tehlikeli olabilir.
Çünkü: Herkes “Marx”ı bir türlü, bir başka türlü anlamaktadır. En yakın arkadaşları bile!
Şunu hemen söylemeliyim ki: “Marx”ın anlayabildiğim yerlerini çok yüksek buldum.
Baş dönmeden erişilmesi zor denecek kadar yüksek!
Nitekim: “Değer ve İş” (Sâyü kıymet), “Değer Artığı” (Fazlai Kıymet), “Tarihî Maddiyetçilik”, “Merkezleşme konuları” (mevzuları), bize bütün bir insanlık tarihinin kavramını (mefhumunu) anlatıyor.
Hele “sınıf kavgaları”! Hele bu konu!
Bana göre “Marx”ın filozofisi, bir mihenk taşına benziyor:
Tarih ona vuruldukça, insanlığın bahtı görülüyor.
İnsanlığın uzun ve derin asırlar içinde saklanan kara bahtı!.
“Marx” filozofisi, karanlıklarda kalan gerçelerin (şeniyetlerin) üstüne tutulmuş bir projektördür.
Bunsuz tarihi anlamak ve görmek yolunu ben bulamadım.
“Kapital” “Marx”ın bu büyük izeri (eseri) bütün dillere çevrildi.
Onu bizim dilimizde ne zaman okuyacağız? Ne zaman göreceğiz?
Bütün bunlar için “Marx” edebiyatının dilimize çevrilmesini istiyorum.
Ve bu çevirme:
Sağa veya sola doğru, bulanık sularda balık avlamak istiyenlerin takkesini düşürecektir.
Ortada:
Hak ve gerçe egemen olacaktır.
Bizde,
“Marx”tan söz açılınca hemen komünistlik hatıra gelir.
Bu kadar telâşa hacet yok!
“Marx”ın filozofluğu iktisatçı yönünden çok üstündür.
Ve onun bilinmemesi kültür bakımından bir eksiktir. Büyük bir eksik
Hele devletçi bir rejimde!..
“Klemanso” gibi milliyetçi bir adam “Marx” hakkında şunları söyledi:
“Ben cumhuriyetçi ve demokrat doğdum. Böyle öleceğim. Fakat, demokrasinin, beslenmesi gereken zayıf yerlerini “Marx”tan öğrendim.”
“Marx” komünisttir.
O, modern komünizmin babasıdır.
Fakat onun, ateşten okları andıran ballı tenkitleri olmasaydı, benci (hodbin) liberal demokrasinin yerinden kıpranacağı yoktu.
Belki hiç kıpranmıyacak, olduğu yerde çürüyecek ve çökecekti.
Bu korkunç çöküntünün altında göyünlü (muztarip) insanlık bir daha, baştanbaşa bir daha ezilecek, bu eziliş tarihe, yeniden bir dönüm noktası sayılacaktı.
“Marx”ın birer, alevden şamarı andıran tenkitleri olmasaydı.
O bu şamarlarını, liberal demokrasinin kızarmıyan suratına indirmeseydi;
İnsanlık ve demokrasi, kim bilir daha ne günlere kadar demagokların elinde, liberal kapitalistlerin uşakları elinde;
İnim, inim inliyecekti?
Kim bilir?!
Emperyalist saldırganlık, tarih boyunca kendini meşrulaştırmak için devamlı yalana başvurmuştur. Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu yalanıyla Irak’ı işgal eden Amerika, son olarak Şam hükümetinin kimyasal silah kullandığı propagandasıyla Suriye’ye saldırdı. Bu yalanın kamuoyuna mal edilmesi görevi de Batı basınına verilmişti.
Batı basınının bu türden yalan kampanyasına geçmişte Nâzım Hikmet de maruz kalmıştı. 1959 yılının Nisan ayında New York merkezli “Daily Mirror” gazetesinde Jack Anderson imzasıyla Irak’la ilgili Washington’da topladığı “son haberleri” ele alan bir yazı yayımlanmıştı. “CIA, Kızılların Irak’ı Ele Geçirmesine Karşı Uyarıyor” başlığını taşıyan yazının hangi kaynaklara dayandığını anlamak zor olmasa gerek.
Jack Anderson, yazısında ABD’nin daha bir sene önce Ortadoğu’daki kalesi olarak gördüğü Irak’taki zeminini kaybetmesinden yakınmakta ve klasik, Irak üzerindeki “komünizm tehlikesi” propagandasını yapmaktadır.
‘IRAK İKTİDARI NÂZIM’IN ELİNDE’
Ancak makalenin bir yeri SSCB Yazarlar Birliği’nin günlük gazetesi “Literaturnaya Gazeta”nın (Edebiyat Gazetesi) dikkatini özellikle çeker. Yazıda adı sanı verilerek somut bir olgudan bahsedilmektedir. Gazetenin muhabiri A. Maksimov’un ifadesiyle bu isim, standart uydurmaların donuk fonunda bir elmas, ustaca bilenmiş bir bıçak gibi parıldamaktadır.
Jack Anderson, 1958 Irak Devrimi’nin lideri Abdülkerim Kasım’ın komünistlere paravan olduğunu ve gerçek iktidarın Nâzım Hikmet’in eline geçtiğini yazmaktadır. Anderson, azılı komünist Nâzım’ın, Bağdat’ta komünist operasyonlar yürütmek üzere 15 yıl sonra demir perdenin dışına ilk defa çıktığını kesin bir dille belirtmektedir.
Sovyet muhabir Maksimov, gazetesinin yakın ilişki içinde olduğu Türk şairle ilgili bu şaşkınlık verici haberi kendilerinin atlamış olmasını affedilemez bir hata olarak değerlendirir. Yazı işlerinden biri, Nâzım Hikmet’in evini aramayı ve ondan bilgi almayı önerir. Maksimov, itiraz eder. Öğrenecekleri bir şey kalmamıştır, “Daily Mirror” her şeyi yazmıştır.
NÂZIM’LA TELEFON GÖRÜŞMESİ
Ama yine de aramaya karar verirler ve aralarında şu konuşma geçer:
Yazı işleri: Nâzım Hikmet evde mi? ‘Literaturnaya Gazeta’dan arıyoruz.
Nâzım Hikmet: Telefondayım. Dinliyorum.
Yazı işleri: Olamaz! Moskova’da mısınız ki?!
Nâzım Hikmet: Tabii ki. Bu sizi neden şaşırttı?
Yazı işleri: Garip, çok garip!.. Ama işte Amerikan gazetesi ‘Daily Mirror’, sizin şuan Bağdat’ta bulunduğunuza dair kesin bilgiye sahip. (Nâzım Hikmet’e Jack Anderson’un kendisiyle ilgili satırlarını okurlar.) ‘Daily Mirror’ hepsini uydurmuş olabilir mi?
Nâzım Hikmet: O kadar da değil! Gerçeklerden hafifçe şaşmışlar. Birkaç bin kilometre kadar. ‘Daily Mirror’ için bu, gündelik bir iş. Görüyorsunuz, bu gazete yarım yamalak öğrenmiş. Iraklı barış taraftarları, kısa bir süre önce gerçekleşen konferanslarına gelmem için bana davetiye gönderdiler. Ben de davetlerine teşekkür ettim, ancak gidemedim, öyle ki doktorlar uçağa binmemi yasakladılar, başka bir ulaşım aracı da beni zamanında yetiştiremezdi. Ben de Irak’ın barış konferansına selamlama mesajı gönderdim. Her zaman imkân olursa memnuniyetle Irak’a giderim.
‘BİZDEN GİZLEMEYİN!’
Yazı işleri: Yok, ne diyorsunuz, bu çok garip… Bizden gizlemeyin. Yine de siz, Irak’a gidip, şu zamana kadar dönmüş olabilir misiniz? Gittiniz, iktidarı elinize aldınız ve döndünüz mü? Saklamayın.
Nâzım Hikmet: Baskı altında itiraf ediyorum: Pazartesi gerçekten Moskova’ya döndüm, ama… Irak’tan değil, sayfiye evinde Pazar gününü geçirdiğim Peredelkino’dan. Hava çok güzeldi!
Yazı işleri: Konumuzun havayla bir alakası yok! Sizi şöyle bir görsek iyi olurdu, Nâzım Hikmet. Hani denir ya, gözlerimizle görmeden inanmayız. Yoksa siz, Bağdat’tasınız da telefona teypli hızlı çalışan bir makine mi bağladınız…
Nâzım Hikmet: Güvensizliğinizle bana eziyet ettiniz… Pazartesi günü Dünya Barış Hareketi’nin onuncu yılına adanmış tören oturumunda konuşma yapmadım mı! Madem öyle, güzel, yazı işlerine geliyorum!”
‘İŞKEMBE DEŞEN CEK’İN MÂLUMU OLA’
Ve Nâzım Hikmet, 22 Nisan akşamı “Literaturnaya Gazeta”nın yazı işlerine gider. Artık gazetedekilerin şüphesi kalmaz. Nâzım Hikmet Moskova’dadır! Nâzım, bir de Amerikan gazetesine Türkçe aşağıdaki satırları yazar:
“Bağdat’ta bulunduğum haberi fazlaca mübalağalı. Moskova’dayım. Deyli Mirorcu İşkembe deşen Cek’in mâlumu ola. Nâzım Hikmet.”
Bunun üzerine “Literaturnaya Gazeta”, Nâzım’la yaptıkları telefon görüşmesini ve Nâzım’ın el yazısıyla yazdığı notu ve Rusça çevirisini ertesi gün gazetenin sayfalarında “Suçüstü! Karındeşen Jack ‘Olguları’ İmal Ediyor” başlığıyla yayınlayacaktır. (A. Maksimov, “S Poliçnım! Cek-Potroşitel Sozdayot ‘Faktı’”, Literaturnaya Gazeta, No. 49 (4015), 23 Nisan 1959, s.4.) Gazetenin konuya dair yazının son satırları ise şöyle olur:
“Günümüzün Amerikan gazetelerinin Karındeşen Jackleri, işte böyle ‘olguları’ imal ediyorlar…”
Günümüz Batı basınını takip ettiğimizde o günden bugüne bir şeyin değişmediğini, Karındeşen Jacklerin yine işbaşında olduğunu görüyoruz.
NÂZIM BAĞDAT YOLLARINDA
Nâzım, bir sene sonra Bağdat’ta gerçekleşecek olan Barış Konferansı’na tekrar davetiye alacaktır. Yine doktorlar uçağa binmesini yasaklamıştır. Büyük şair, bu sefer önceden yola çıkar. 1960 yılının Mart sonunda Moskova’dan trenle Varşova, Viyana, Roma üzerinden Napoli’ye gider. Napoli’den de gemiyle İskenderiye üzerinden Beyrut’a geçecektir. Plana göre Beyrut’tan otobüsle Şam üzerinden Bağdat’a varacaktır.
NÂZIM’IN YAYIMLANMAMIŞ YAZISI
Nâzım, bu uzun yolculuğunu ve gezinin sonunda karşılaştığı “sürprizi” 27 Nisan 1960 tarihinde “Literaturnaya Gazeta” için kaleme alır. Ancak tabiri caizse şairin bu uzun yazısı arşive manşet olur ve yayımlanmaz. Rusya Edebiyat Sanat Devlet Arşivi’nde (RGALİ) “Literaturnaya Gazeta” koleksiyonunda yayımlanmamış yazılar dosyasında Ekber Babayev’in Rusçaya çevirdiği daktilo metinini ve aynı arşivde Nâzım Hikmet koleksiyonunda da Türkçe orijinalini bulduğumuz yazıda şair, izleyeceği güzergâhı belirttikten sonra şöyle devam eder:
“Yolculukların tadını yudum yudum, içine sindire sindire çıkarmak isteyenler tireni, vapuru, otomobili uçağa tercih eder. Yolculuğu sırf gözünün, gönlünün zevki için yapıyorsan hatta arabayı, yelkenli gemiyi tirene, otomobile, vapura tercih edeceksin. Ama benim gibi, meselâ Bağdat’ta bir hafta sonra toplanacak Irak Barışseverlerinin üçüncü kurultayına katılmaya gidiyorsan uçağa bineceksin. Binemedin mi biçimsiz sürprizlerle karşılaşabilirsin. Ne tekim öyle de oldu. Uçağa binmek yasağı yüzünden ben… Bu yasak yüzünden başımdan geçeni sırası gelince anlatırım.”
Nâzım, daha sonra Bağdat’a varmak için Avrupa boyunca yaptığı yolculuğu uzun uzun anlatacaktır. Sonunda Nâzım, Napoli’den bindiği gemiyle yaptığı 4 günlük yolculuk sonunda Beyrut’a varacaktır. Karaya çıkmak için pasaport kontrolü sırasında beklerken kolundan biri tutar. Bu, Lübnan’ın önemli mimarlarından ve Dünya Barış Konseyi Prezidyumu üyesi olan arkadaşı Tabet’tir. Kucaklaşırlar. Gemiden inip arabaya birlikte bindiklerinde Nâzım, yazının başında bahsettiği “sürprizle” karşılaşır.
Arabada Tabet’le aralarında şu konuşma geçer:
“- Uçağa binemiyorsun değil mi?
– Binemiyorum.
– Öyleyse Bağdat’a gidemiyorsun.
– Aman.
– Amanı zamanı bu. Beyrut’la Bağdat arasında eskiden işleyen otokarlar artık işlemiyor. Başka kara vasıtası da yok. Deveyle gitmek uzun sürer… Hem Barış davasına kongreye doğrudan doğruya katılmadan burda da yardım edebilirsin. Sıva kolları.”
Bir sene önce olduğu gibi yine Bağdat’a gidemeyen Nâzım, Lübnanlı arkadaşıyla arasında geçen bu diyalogu aktardıktan sonra altında ıslak imzası bulunan yayımlanmamış yazısını şu satırlarla sonlandırır: “Beyrut’ta bahardı. Vaktiyle Beyrut kıyılarına çıkarma yapan Amerikan filosu yine limandaydı. Bu sefer ziyarete gelmiş. Ortadoğu’da, Arap dünyasında halkların baharıydı, emperyalizmin kışını bir daha geri dönmemek üzere silip süpüreceğe benzer bir bahar. Ve Beyrut’un müslüman hıristiyan sosyalist komünist milliyetçi yurtseverleri Ortadoğu’da barışın, milli bağımsızlığın, demokratik hakların korunması, sağlamlaşması için ön saflarda dövüşüyorlardı.
Tabet: En aşağı bir hafta bize lazımsın, dedi.
– Peki, dedim, ne kadar lazımsam o kadar kalırım.”
(Nâzım’ın başlığı bulunmayan yayımlanmamış bu yazısının Türkçe orijinali için bkz. RGALİ fond 2250, liste 1, dosya 148, yaprak 1-11. Rusça daktilo kopyası için bkz. RGALİ fond 634, liste 4, dosya 2679, yaprak 1-11.)
Dr. Mehmet Perinçek