Gözlüksüz Barış, Gözlüklü Erol (Uykusuz Dergisi)
Geçen gün aklıma geldi: Ben aslında Ergenekon soruşturmasından kıl payı kurtulmuşum. Burada karaladığım zevzevkliklerden değil de, yıllar önce yaptığımız bir kuntizlikten ötürü.
90’ların başında, develer tellal pireler berber iken ve internetin adı bile yok, bilgisayarlar aracılığıyla birbiriyle iletişim kuranlar sadece konuştuklarından hiçbir şey anlamadığınız BBS freakleriyken, isteyenin istediği müziğe ulaşması neredeyse mümkün değildi.
Elbette her mümkünsüzlük yeni yollar yaratır: Bugünün Torrent’i, dünün Napster’ı neyse korsan kaset tezgâhları da oydu. Oscar Peterson ve Ben Webster’ın birlikte yaptığı o efsane albümü mü arıyorsunuz? Bu tezgâhlardan birine gider, varsa alır, yoksa sipariş verir ve bir iki hafta beklerdiniz. Israr ediyorum: İki hafta bekleyip kavuştuğunuz albümü dinlemenin keyfi, youtube’ta aratıp dinlemenin keyfini ağzında diş bırakmayasıya döver, çok pis döver. Öyle kötü döver ki, annesi gelse tanıyamaz.
Bu kasetçilere gidip sipariş veriyor sonra da “halis plaktan kayıt” kopyanızı alıyordunuz. CD değil de plaktan yapılan kayıtların daha iyi olduğu yönünde bir efsane Kadıköy’e ve de Avcılar’a kadar ılgıt ılgıt esiyordu. Bu arada evet, o zamanlar Avcılar’da da “rak ortamları” vardı. (-Oğlum adam Ergenekon soruşturması dedi, 90’lar Avcılar rock camiasından bahsediyor? -Bırak bahsetsin, bir şekilde bağlar o, ses etme.)
Peki “back-end” kısmında ne oluyordu? (Back-end mi?) Siparişi alan, arşivinde o albüm yoksa diğer meslektaşlarına soruyordu. Yeni albümler kimi zaman “İhsan’ın İngiltere’den kuzeni gelecekmiş haftaya, o getirecekmiş.” gibi durumlarla beklemeye alınıyor ama eninde sonunda bulunuyordu. Hatta sırf bu tezgâhlar arasında aracılık yapan Ninja Alp diye bir abi de vardı ki en kolayı ondan rica etmekti. Tabii kimse kimseye plağını falan vermiyordu. Olan şuydu: Biri plaktan ya da CD’den bir kasete kayıt yapıp o kasete “master kaset” diyordu. Müşterilerine master kasetten yaptığı kayıtları “plak kaydı” diye satıyor ve bu master kaseti diğer satıcılarla paylaşıyordu. Yani 90’larda gerçekten plaktan kaydedilmiş kaset satan az yer vardı. (-E Ergenekon? – Şşt sus, ses etme)
Bugünlerde kendini kuzey ormanlarının savunmasına adamış tiyatrocu arkadaşım Erol Babaoğlu’yla açtığımız tezgâhta en büyük sorunumuz siparişleri yetiştirmekti. Sadece hafta sonları açıyorduk ama master kasetleri diğer tezgâhlardan toplamak sonra da kopyalamak bir yandan liseye giderken hayli zor oluyordu. O ara İşçi Partisi’nin Beyoğlu’ndaki bürosunda “90 dakikalık kaseti 5 dakika içinde 3 kasete birden kopyalayan” bir cihaz olduğunu duyduk. (-Aha Ergenekon! – Sus sus dinle.) 20 kaset kopyalamak 30 saat’lik iş ama bu cihazla 35 dakikada bitecek, inanılır şey değil. E peki ama biz iki tıfıl oğlan İşçi Partisi’nin kaset kopyalama cihazını nasıl kullanacağız?
Doğu Perinçek’in oğlu Mehmet sınıf arkadaşımız. Ama o sıra ne olduysa artık aramız iyi değil ya da Erol’un arası iyi değil veya Mehmet’in yakın arkadaşı Engin’le benim aram bozuk, gidip sormak istemiyoruz (Yazıyı bitirdikten sonra sordum; Engin’le kavgalıymışız o ara). Zaten lisedeyiz Mehmet “Pink Floyd, Led Zepplin’den iyi,” dese Erol bir ay küsecek, ben “Black Sabbath, Pink Floyd’u döver,” desem Mehmet bir ay küsecek. (Ki Black Sabbath Pink Floyd’u öyle kötü döver, üst üste koyup, ıslatıp ıslatıp bir daha döver ki Pink Floyd bir daha konsere çıkamaz, hayranları tanıyamaz ama konumuz o değil.) O yüzden Erol’la gözü kararttık, Mehmet’e hiç sormadan kalktık İşçi Partisi’nin bürosuna gittik.
Yolda ben 3 numara miyop gözlüklerimi çıkardım, Erol gözlüklerimi niye çıkardığımı sordu.
“Burası siyasi parti, izleyen takip eden falan vardır, eşgal verirken gözlüklü demesinler.” Erol bir süre düşünüp benden gözlüklerimi istedi: “Gözlüğü ben takayım, eşgal verirlerse gözlüklü bir Erol’la gözlüksüz bir Barış geldi derler.”
Felsefe hocamız Sevgi Hanım’ın derslerinde dersi dinlemek yerine soytarılık yaptığımız için bu teklif bana da mantıklı geldi ve 3 numara miyop olduğu hâlde gözlüksüz Barış ve gözleri normal olduğu hâlde 3 numara gözlük takan Erol olarak yalpalaya yalpalaya yürüyüp duvarlara çarpa çurpa merdivenleri çıkıp İşçi Partisi bürosuna vardık. Önceden hazırlanmışız, Erol da tiyatrocu ve sahtekarlık da yapamayacaksa tiyatroculuk neye yarar ki? Erol başladı:
“Biz Mehmet’in okuldan arkadaşlarıyız, bir okul projesi için kaset çoğaltmamız gerekiyor, Mehmet bize cuma günleri sizin kaset çoğaltma cihazınızı kullanabileceğimizi söyledi.”
Adam şaşırdı ama ikimizin ceketinde de nal gibi Çağaloğlu Anadolu yazıyor. Mehmet’le aynı yaşlarda ve belli ki arkadaşız. Üstelik kaset kopyalama cihazının varlığından da haberdarız. Ama Erol bunları söylerken benim içim içimi yiyor zira 3 numara miyop da olsam yanıbaşımda durup dururken numaralı gözlük takıp şaşı beş bakan Erol’u net seçebiliyorum ve gülmemek için resmen dudağımı ısırıyorum. Her neyse adam bir şekilde ikna oldu, bizi küçük bir odaya götürdü, kaset çoğaltma cihazını getirdi ve nasıl çalışacağını gösterdi.
Biz, sonraki birkaç ay boyunca o alet sayesinde tezğâhında en çok çeşit bulunduran kasetçilerden biri oluverdik. Arada ben gözlüğü Erol’a vermeyi unutuyordum, sonra farkedip gözlüklü Barış-gözlüksüz Erol olarak girdiğimiz odadan gözlüksüz Barış-gözlüklü Erol olarak çıkıyorduk. Resmen parası yetmediği için tek gözlüğü dönüşümlü kullanan iki adam hâline gelmiştik. En sonunda bize yardımcı olan adam kıllanıp “Yahu ne zaman bitecek sizin bu proje?” Kaç kaset çoğalttınız?” falan diye sormaya başlayınca ayağımızı kestik.
Valla Ergenekon soruşturması o dönem yapılmış olsa, sürekli ellerinde boş kasetlerle İşçi Partisi’ne girip çıkan ve aynı gözlüğü, ama nedense dönüşümlü olarak kullanan ve gözlüklü olduğu hâlde gözlük takmadığı için sürekli sağına soluna bakan, aslında “aman düşmeyeyim”, diye tedirgin tedirgin yürüyen bizim gibi iki zevzeğin Ergenekon savcılarının radarına yakalanması kaçınılmazdı. Resmen üzerimizden çıkan Burzum, Venom gibi albümlerle satanizmi yaymaya çalıştığımız gibi bir suçlamayla İşçi Partisi’ni de iyice yakacaktık. Hayır bir de Zekeriya Öz’ün muhtemel “Aynı gözlüğü bir biriniz bir diğeriniz takmak suretiyle ne mesaj vermek istediniz?” sorusuna ise verecek yanıtın kırıntısı bile yok, düşünün artık. A, ama çok cesur savcıydı allah için, ben de heykelini dikmek gerektiğini düşünüyorum. Ama şu Kadıköy’deki Dombili heykelinin yanına, gerçek karakter ölçüleriyle, tam Dombili midesine indirmek üzereyken falan.
Barış Uygur, Uykusuz Dergisi 476.sayı