Dr. Şefik Hüsnü’nün Komintern kimlik kartları ve kayıt formları
Dr. Şefik Hüsnü’nün Komintern kimlik kartları ve kayıt formları (PDF)
İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Araştırma Görevlisi
Dr. Şefik Hüsnü’nün Komintern kimlik kartları ve kayıt formları (PDF)
Emperyalist saldırganlık, tarih boyunca kendini meşrulaştırmak için devamlı yalana başvurmuştur. Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu yalanıyla Irak’ı işgal eden Amerika, son olarak Şam hükümetinin kimyasal silah kullandığı propagandasıyla Suriye’ye saldırdı. Bu yalanın kamuoyuna mal edilmesi görevi de Batı basınına verilmişti.
Batı basınının bu türden yalan kampanyasına geçmişte Nâzım Hikmet de maruz kalmıştı. 1959 yılının Nisan ayında New York merkezli “Daily Mirror” gazetesinde Jack Anderson imzasıyla Irak’la ilgili Washington’da topladığı “son haberleri” ele alan bir yazı yayımlanmıştı. “CIA, Kızılların Irak’ı Ele Geçirmesine Karşı Uyarıyor” başlığını taşıyan yazının hangi kaynaklara dayandığını anlamak zor olmasa gerek.
Jack Anderson, yazısında ABD’nin daha bir sene önce Ortadoğu’daki kalesi olarak gördüğü Irak’taki zeminini kaybetmesinden yakınmakta ve klasik, Irak üzerindeki “komünizm tehlikesi” propagandasını yapmaktadır.
‘IRAK İKTİDARI NÂZIM’IN ELİNDE’
Ancak makalenin bir yeri SSCB Yazarlar Birliği’nin günlük gazetesi “Literaturnaya Gazeta”nın (Edebiyat Gazetesi) dikkatini özellikle çeker. Yazıda adı sanı verilerek somut bir olgudan bahsedilmektedir. Gazetenin muhabiri A. Maksimov’un ifadesiyle bu isim, standart uydurmaların donuk fonunda bir elmas, ustaca bilenmiş bir bıçak gibi parıldamaktadır.
Jack Anderson, 1958 Irak Devrimi’nin lideri Abdülkerim Kasım’ın komünistlere paravan olduğunu ve gerçek iktidarın Nâzım Hikmet’in eline geçtiğini yazmaktadır. Anderson, azılı komünist Nâzım’ın, Bağdat’ta komünist operasyonlar yürütmek üzere 15 yıl sonra demir perdenin dışına ilk defa çıktığını kesin bir dille belirtmektedir.
Sovyet muhabir Maksimov, gazetesinin yakın ilişki içinde olduğu Türk şairle ilgili bu şaşkınlık verici haberi kendilerinin atlamış olmasını affedilemez bir hata olarak değerlendirir. Yazı işlerinden biri, Nâzım Hikmet’in evini aramayı ve ondan bilgi almayı önerir. Maksimov, itiraz eder. Öğrenecekleri bir şey kalmamıştır, “Daily Mirror” her şeyi yazmıştır.
NÂZIM’LA TELEFON GÖRÜŞMESİ
Ama yine de aramaya karar verirler ve aralarında şu konuşma geçer:
Yazı işleri: Nâzım Hikmet evde mi? ‘Literaturnaya Gazeta’dan arıyoruz.
Nâzım Hikmet: Telefondayım. Dinliyorum.
Yazı işleri: Olamaz! Moskova’da mısınız ki?!
Nâzım Hikmet: Tabii ki. Bu sizi neden şaşırttı?
Yazı işleri: Garip, çok garip!.. Ama işte Amerikan gazetesi ‘Daily Mirror’, sizin şuan Bağdat’ta bulunduğunuza dair kesin bilgiye sahip. (Nâzım Hikmet’e Jack Anderson’un kendisiyle ilgili satırlarını okurlar.) ‘Daily Mirror’ hepsini uydurmuş olabilir mi?
Nâzım Hikmet: O kadar da değil! Gerçeklerden hafifçe şaşmışlar. Birkaç bin kilometre kadar. ‘Daily Mirror’ için bu, gündelik bir iş. Görüyorsunuz, bu gazete yarım yamalak öğrenmiş. Iraklı barış taraftarları, kısa bir süre önce gerçekleşen konferanslarına gelmem için bana davetiye gönderdiler. Ben de davetlerine teşekkür ettim, ancak gidemedim, öyle ki doktorlar uçağa binmemi yasakladılar, başka bir ulaşım aracı da beni zamanında yetiştiremezdi. Ben de Irak’ın barış konferansına selamlama mesajı gönderdim. Her zaman imkân olursa memnuniyetle Irak’a giderim.
‘BİZDEN GİZLEMEYİN!’
Yazı işleri: Yok, ne diyorsunuz, bu çok garip… Bizden gizlemeyin. Yine de siz, Irak’a gidip, şu zamana kadar dönmüş olabilir misiniz? Gittiniz, iktidarı elinize aldınız ve döndünüz mü? Saklamayın.
Nâzım Hikmet: Baskı altında itiraf ediyorum: Pazartesi gerçekten Moskova’ya döndüm, ama… Irak’tan değil, sayfiye evinde Pazar gününü geçirdiğim Peredelkino’dan. Hava çok güzeldi!
Yazı işleri: Konumuzun havayla bir alakası yok! Sizi şöyle bir görsek iyi olurdu, Nâzım Hikmet. Hani denir ya, gözlerimizle görmeden inanmayız. Yoksa siz, Bağdat’tasınız da telefona teypli hızlı çalışan bir makine mi bağladınız…
Nâzım Hikmet: Güvensizliğinizle bana eziyet ettiniz… Pazartesi günü Dünya Barış Hareketi’nin onuncu yılına adanmış tören oturumunda konuşma yapmadım mı! Madem öyle, güzel, yazı işlerine geliyorum!”
‘İŞKEMBE DEŞEN CEK’İN MÂLUMU OLA’
Ve Nâzım Hikmet, 22 Nisan akşamı “Literaturnaya Gazeta”nın yazı işlerine gider. Artık gazetedekilerin şüphesi kalmaz. Nâzım Hikmet Moskova’dadır! Nâzım, bir de Amerikan gazetesine Türkçe aşağıdaki satırları yazar:
“Bağdat’ta bulunduğum haberi fazlaca mübalağalı. Moskova’dayım. Deyli Mirorcu İşkembe deşen Cek’in mâlumu ola. Nâzım Hikmet.”
Bunun üzerine “Literaturnaya Gazeta”, Nâzım’la yaptıkları telefon görüşmesini ve Nâzım’ın el yazısıyla yazdığı notu ve Rusça çevirisini ertesi gün gazetenin sayfalarında “Suçüstü! Karındeşen Jack ‘Olguları’ İmal Ediyor” başlığıyla yayınlayacaktır. (A. Maksimov, “S Poliçnım! Cek-Potroşitel Sozdayot ‘Faktı’”, Literaturnaya Gazeta, No. 49 (4015), 23 Nisan 1959, s.4.) Gazetenin konuya dair yazının son satırları ise şöyle olur:
“Günümüzün Amerikan gazetelerinin Karındeşen Jackleri, işte böyle ‘olguları’ imal ediyorlar…”
Günümüz Batı basınını takip ettiğimizde o günden bugüne bir şeyin değişmediğini, Karındeşen Jacklerin yine işbaşında olduğunu görüyoruz.
NÂZIM BAĞDAT YOLLARINDA
Nâzım, bir sene sonra Bağdat’ta gerçekleşecek olan Barış Konferansı’na tekrar davetiye alacaktır. Yine doktorlar uçağa binmesini yasaklamıştır. Büyük şair, bu sefer önceden yola çıkar. 1960 yılının Mart sonunda Moskova’dan trenle Varşova, Viyana, Roma üzerinden Napoli’ye gider. Napoli’den de gemiyle İskenderiye üzerinden Beyrut’a geçecektir. Plana göre Beyrut’tan otobüsle Şam üzerinden Bağdat’a varacaktır.
NÂZIM’IN YAYIMLANMAMIŞ YAZISI
Nâzım, bu uzun yolculuğunu ve gezinin sonunda karşılaştığı “sürprizi” 27 Nisan 1960 tarihinde “Literaturnaya Gazeta” için kaleme alır. Ancak tabiri caizse şairin bu uzun yazısı arşive manşet olur ve yayımlanmaz. Rusya Edebiyat Sanat Devlet Arşivi’nde (RGALİ) “Literaturnaya Gazeta” koleksiyonunda yayımlanmamış yazılar dosyasında Ekber Babayev’in Rusçaya çevirdiği daktilo metinini ve aynı arşivde Nâzım Hikmet koleksiyonunda da Türkçe orijinalini bulduğumuz yazıda şair, izleyeceği güzergâhı belirttikten sonra şöyle devam eder:
“Yolculukların tadını yudum yudum, içine sindire sindire çıkarmak isteyenler tireni, vapuru, otomobili uçağa tercih eder. Yolculuğu sırf gözünün, gönlünün zevki için yapıyorsan hatta arabayı, yelkenli gemiyi tirene, otomobile, vapura tercih edeceksin. Ama benim gibi, meselâ Bağdat’ta bir hafta sonra toplanacak Irak Barışseverlerinin üçüncü kurultayına katılmaya gidiyorsan uçağa bineceksin. Binemedin mi biçimsiz sürprizlerle karşılaşabilirsin. Ne tekim öyle de oldu. Uçağa binmek yasağı yüzünden ben… Bu yasak yüzünden başımdan geçeni sırası gelince anlatırım.”
Nâzım, daha sonra Bağdat’a varmak için Avrupa boyunca yaptığı yolculuğu uzun uzun anlatacaktır. Sonunda Nâzım, Napoli’den bindiği gemiyle yaptığı 4 günlük yolculuk sonunda Beyrut’a varacaktır. Karaya çıkmak için pasaport kontrolü sırasında beklerken kolundan biri tutar. Bu, Lübnan’ın önemli mimarlarından ve Dünya Barış Konseyi Prezidyumu üyesi olan arkadaşı Tabet’tir. Kucaklaşırlar. Gemiden inip arabaya birlikte bindiklerinde Nâzım, yazının başında bahsettiği “sürprizle” karşılaşır.
Arabada Tabet’le aralarında şu konuşma geçer:
“- Uçağa binemiyorsun değil mi?
– Binemiyorum.
– Öyleyse Bağdat’a gidemiyorsun.
– Aman.
– Amanı zamanı bu. Beyrut’la Bağdat arasında eskiden işleyen otokarlar artık işlemiyor. Başka kara vasıtası da yok. Deveyle gitmek uzun sürer… Hem Barış davasına kongreye doğrudan doğruya katılmadan burda da yardım edebilirsin. Sıva kolları.”
Bir sene önce olduğu gibi yine Bağdat’a gidemeyen Nâzım, Lübnanlı arkadaşıyla arasında geçen bu diyalogu aktardıktan sonra altında ıslak imzası bulunan yayımlanmamış yazısını şu satırlarla sonlandırır: “Beyrut’ta bahardı. Vaktiyle Beyrut kıyılarına çıkarma yapan Amerikan filosu yine limandaydı. Bu sefer ziyarete gelmiş. Ortadoğu’da, Arap dünyasında halkların baharıydı, emperyalizmin kışını bir daha geri dönmemek üzere silip süpüreceğe benzer bir bahar. Ve Beyrut’un müslüman hıristiyan sosyalist komünist milliyetçi yurtseverleri Ortadoğu’da barışın, milli bağımsızlığın, demokratik hakların korunması, sağlamlaşması için ön saflarda dövüşüyorlardı.
Tabet: En aşağı bir hafta bize lazımsın, dedi.
– Peki, dedim, ne kadar lazımsam o kadar kalırım.”
(Nâzım’ın başlığı bulunmayan yayımlanmamış bu yazısının Türkçe orijinali için bkz. RGALİ fond 2250, liste 1, dosya 148, yaprak 1-11. Rusça daktilo kopyası için bkz. RGALİ fond 634, liste 4, dosya 2679, yaprak 1-11.)
Dr. Mehmet Perinçek
Stalin’in Cenaze Töreninde Demokrat Parti Hükümeti Heyeti (PDF)
Görüntülerini izlediğiniz Stalin’in cenaze töreni. Türkiye, cenazeye Batı kampından heyet gönderen tek ülkeydi.
Sovyet arşivlerindeki belgeler, esas olarak 1917 sonrasına ait olmakla birlikte Sovyet yetkililerinin geçmiş olayları değerlendiren birçok yorumunu da içermektedir.
Ermeni meselesi, emperyalizm meselesidir: Lenin ve Stalin gibi Sovyet iktidarının en üst düzey liderleri, Ermeni Bolşevik teorisyenleri, Ermeni meselesinin özüne ilişkin birçok saptamada bulunmuşlardır. Yazışmalara, raporlara yansıyan bu saptamalara göre Ermeni meselesi, emperyalist devletler tarafından Türkiye’nin paylaşılmasında bir araç olarak kullanılmıştır. Türkiye, paylaşılmaya karşı kendi vatanını savunmuş ve haklı bir savaş vermiştir. Yaşanan trajedinin sorumluları ise Ermenileri kullanma politikası güden emperyalist devletler ve onların planlarına alet olan Taşnaklardır.
Taşnak Ermenistanı’nın oynadığı rol ve etnik temizlik politikası: Sovyet önderleri, Taşnak Ermenistanı’nın İngiliz politikası gereği devrimci Türkiye ile Sovyet Rusya arasına bir duvar ördüğünü ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında da emperyalizmin bölgedeki bir taşeronlarından biri olduğunu saptamışlardır. Taşnak Ermenistanı, Batı’nın Doğu’daki planlarını gerçekleştirmede bir üs görevi görmüştür.
Sovyet belgeleri, Taşnakların yaklaşık bugünkü Ermenistan sınırları içerisinde yaptıkları etnik temizliği de kanıtlamaktadır. “Saf” milli bir devlet kurma adına Müslüman nüfusun önemli bir kesimi Taşnak iktidarı tarafından ortadan kaldırılmıştır. Ayrıca Kilikya olarak adlandırılan Adana, Maraş bölgesinde de Fransızların himayesi altında sistematik olarak Müslüman nüfus kılıçtan geçirilmiştir. Ermeni nüfus da Taşnak diktatörlüğünden payını almıştır. Ermeni halkının Taşnak zulmüne uğradığı Sovyet belgelerince saptanmaktadır.
Türk-Sovyet ittifakı ve Taşnak Ermenistanı’nın ortadan kaldırılması: Sovyet arşiv belgelerinin açık bir şekilde kanıtladığı üzere Ermenistan’da, Türk Ordusu’nun ve Kızıl Ordu’nun askeri işbirliği sonucunda Taşnak iktidarına son verilmiş ve Sovyet iktidarı kurulmuştur. Bugün soykırım olarak adlandırılan Türk Ordusu’nun Ermenistan üzerine harekâtı, en üst düzeydeki Sovyet yetkilileri tarafından desteklenmiş ve ilerici bir hareket olarak değerlendirilmiştir. Türkiye’nin bu harekâtı, vatan savunması kapsamında görülmüştür.
Bugün Ermeni milliyetçilerinin en az Talat ve Enver paşalar yanında Sovyet liderliğine de saldırması bu yüzdendir. Rusya Ermeni Birliği, “Ermeni Sorkırımının Koruyucuları ve Suç Ortakları” başlıklı bir kitapta bu yöndeki belgeleri derlemiş ve Lenin’leri, Stalin’leri sözde Ermeni soykırımının suç ortakları olarak değerlendirmiştir. Ermeni diasporası, siyaset ve bilim çevreleri, “Ermeni soykırımında” Rusya’nın Türkiye ile eşit sorumluluğa sahip olduğunu vurgulamakta, bu içerikte yayınlar çıkarmakta, toplantılar düzenlemektedirler. Burada altını çizmek gerekir ki, Ermeni çevreleri, Sovyet devleti üzerinden Rusya’yı mahkûm etmek peşindedirler.
İkinci Dünya Savaşı’nda Taşnakların Nazi güdümlü politikası: Taşnaklar, Birinci Dünya Savaşı’nda üstlendikleri rolü İkinci Dünya Savaşı’nda da oynamışlardır. Bu sefer Hitler Almanyası’nın yanında Taşnaklar, faşist Alman orduları için gönüllü birlikler oluşturarak bölge halklarına karşı yeni bir suça imza atmışlardır.
Müslüman nüfusun Ermenilerden kat kat fazla olması: Gerek Çarlık gerek Sovyet belgeleri, bölgede Müslüman nüfusun tehcir öncesinde de Ermeni nüfusla karşılaştırılmayacak kadar çok olduğunu kanıtlamaktadır.
Dr. Mehmet Perinçek – 150 Belgede Ermeni Meselesi (Rus Devlet Arşivlerinden)
Dr. Mehmet Perinçek
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutladığımız bugün sizlere Nâzım Hikmet’in cezaevinde yazdığı şiirlerini sayesinde okuduğumuz küçük İbrahim’in öyküsünü aktaracağız. Bununla birlikte büyük şairin Türkiye’deki çocuklar üzerine kaleme aldığı Türkiye’de yayımlanmamış bir yazısını da sizlerle paylaşacağız.
Nâzım’ın “Deti Moyey Stranı” (Ülkemin Çocukları) başlıklı yazısı, Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP)’nin gençlik örgütlenmesi Komsomol Merkez Komitesi ve izci örgütlenmesiyle benzerlikler taşıyan Komsomol’un bünyesindeki çocuklara yönelik Piyoniyer teşkilatının ayda bir çıkardığı “Pioner” dergisinde (No.1, Ocak 1952) yayımlanmıştır. 1924 yılında yayın hayatına başlayan, Piyoniyerlere ve okul çocuklarına hitap eden edebiyat-sanat ve toplumsal-siyaset dergisinin tirajı, 1975 yılında 1,5 milyonu aşmıştır. Nâzım’ın yazısında köy ve şehir hayatından çocukların ve ailelerinin yoksulluklarını anlatan fotoğraflar da kullanılmıştır.
İŞÇİ HÜSEYİN
Nâzım, Türkiye’de ilk kez yayımlanan yazısına “Evlatlar, ülkemde emekçilerin çocuklarının nasıl yaşadığını sizlere anlatmak istiyorum” sözleriyle başlar. Nâzım’ın ifadesiyle Türkiye’de kapitalistlerin, toprak ağalarının ve üst düzey bürokratların şımarık, tembel çocuklarıyla halk çocukları arasında ortak hiçbir şey yoktur. Oyuncaklar, spor, okullar, temiz kıyafet, besleyici yiyecekler, doktorlar, bunların hepsi sadece zengin çocukları içindir, Türkiye’deki çocukların büyük çoğunluğu olan halk çocukları ise bunların hepsinden mahrumdur. Nâzım, sözlerine şöyle devam eder:
“Mesela bir işçi çocuğunu örnek alalım. Diyelim ki ismi Hüseyin olsun. Hüseyin, sene boyunca güneş görmeyen, yazın tozdan boğulunan, kışın ise çamurdan yürümenin mümkün olmadığı fakir mahallelerden birinde yaşamaktadır. Hüseyin, on bir yaşındadır, günde on saat mekanik fabrikasında çalışmaktadır. Fabrikada işlenen demir parçalar, o kadar ağırdır ki, Hüseyin, onları zayıf kollarıyla zorlukla kaldırabilmektedir. Öyle yorulmaktadır ki, iş zamanında gözleri kendiliğinden kapanmaktadır ve o an ustasından iyi bir dayak yer. Hüseyin’in hiçbir zaman oyuncağı olmamıştır, tek bir kitabı yoktur. İlkokul ikinci sınıfı bitirmeden ailesini geçindirmek için fabrikaya çalışmaya gitmiştir. Tüm hayatı boyunca iki-üç kilodan fazla et yememiştir. Bütün çocuklar gibi Hüseyin de şekeri çok sever, ama bir tek büyük bayramlar da yiyebilir. On saat çalışmanın karşılığında Hüseyin, kırk beş kuruş kazanmaktadır, ancak yarım kilo ekmek otuz kuruştur. Çalıştığı tüm günün sonunda Hüseyin, eve sadece yaklaşık bir kilo ekmek götürebilmektedir.”
ÇIRAK VE KÖYLÜ ÇOCUKLAR
Nâzım, bir işçi çocuğunun hayatını tasvir ettikten sonra kunduracının on iki yaşındaki çırağını ele alır. Çırak, ustasından para bile almamakta, günde on dört-on beş saat karın tokluğuna çalışmaktadır. On iki yaşını doldurunca kalfa olacak ve günde yüz kuruş kazanacaktır. Eski, neredeyse yıkık, taş bir evin rutubetli ve karanlık bodrum katındaki küçük bir atölyede çalışmaktadır. Nâzım, doktora görünmesi durumunda çocuğa verem teşhisi konulacağından emindir.
Nâzım, köylü çocukların da hayatının zor ve mutsuz olduğunu belirtir. Fakir bir köylünün oğlu olan Ahmet, dokuz yaşındadır. Çok sayıda erkek ve kız kardeşi vardır, ancak sadece ikisi hayatta kalabilmiştir. O ve abisi. Ahmet’in ne çorabı vardır ne de çarığı. Tüm sene yalınayak dolaşmaktadır. Altı yaşından beri dağlarda çobanlık yapmaktadır. Yazın yakıcı güneşin alnında, kışın ise yağmurun ve karın altında. Nâzım, Ahmet’in okuma bilmediğinin ve öğrenmeyeceğinin de altını çizer. Nâzım’ın anlatımıyla Ahmet, bütün yaşıtları gibi yakında tarlada çalışmaya başlayacaktır. Ahmet’in tek bildiği üç yemek çeşidi ise çorba, haşlanmış kabak ve ekmektir. Hayatında et, tek kez zengin bir köylünün düğününde boğazından geçmiştir. Üç kere kümesten gizlice yumurta almış, bundan dolayı babasından ölümüne dayak yemiştir. Çünkü dört adet tavuklarının yumurtalarını, tek ineklerinin sütünü ve yağını kendileri yememekte, pazara götürüp tuz ve gazyağının parasını çıkarmak için satmaktadırlar. Nâzım, diğer taraftan Ahmet’in iki yaşından beri sıtma hastası olduğunu ifade eder. O yüzden şişkin bir göbeği, kansız, sarı bir yüzü vardır. Ancak Ahmet, doktor nedir bilmemektedir. Köyde hastabakıcı dahi yoktur.
EMPERYALİZMİN AÇ BIRAKTIĞI ÇOCUKLAR
Nâzım, yazısında emekçi çocuklarının hayatlarından örnekler verdikten sonra Türkiye’de o dönemki iktidarın siyasetlerini sert bir şekilde eleştirir ve Amerikan emperyalizminin ülkedeki varlığına dikkat çeker:
“Benim öz vatanım, Türkiye, şuan Amerikan emperyalistlerinin sömürgesine dönüşmüş durumda. Büyük Türk kapitalistleri, toprak ağaları ve bürokratlar onu Amerikalılara sattılar. Amerikalı kapitalistler ve generaller, Türkiye’de aklına gelen her şeyi yapıyorlar. Ülkeyi kendi mallarıyla doldurdular, Türk fabrikaları ve zanaatkârlarının atölyeleri ise kapanıyor. Günden güne işsizlik artıyor. İşçi çocukları hep daha az ekmek yiyor, evlerinin sobalarında hep daha az kömür yanıyor. Aç çocuklar, sokaklarda dileniyor. Yüz binlerce çocuk, köprü altlarında ve harabe binalarda geceliyor.
Alay eder gibi Türkiye’ye yardım planı olarak adlandırılan Marshall Planı’na, bu alçak plana göre büyük Türk toprak ağaları, Amerikan traktörü aldılar. Bütün topraklarından önceden bu toprakları işleyen binlerce yoksul köylüyü kovdular. Topraksız köylüler, eş ve çocuklarıyla iş aramak için yollara düştü. Ancak iş bulmak neredeyse imkânsız ve onlara dilenmekten başka bir şey kalmamış durumda.
Çok sayıda aç ve hasta köylü çocukları, yol kenarlarında ölüyor.”
Nâzım, halk çocuklarının bu şekilde yaşamalarına rağmen, korkunç ve yoksul hayatın onları eğip bükemediğini yazar. Türk halkı, barış ve Türkiye’nin milli bağımsızlığı için Amerikan emperyalizmine ve yerli uşaklarına karşı mücadele etmektedir. Barış mücadelesine çocuklar da katılmaktadır.
NÂZIM’IN İBRAHİM’E TEKLİFİ
Nâzım, bu savaşçılardan birini derginin çocuk okurlarına anlatmak istediğini belirtir. Onun adı İbrahim’dir. Zayıf, dar omuzlu, mavi gözlü bir çocuktur. Herhalde on yaşındadır. Nâzım, İbrahim’in babasının kendisiyle hapishanede yattığını söyler. İbrahim’in babası terzidir ve vergilerini ödeyememiştir. Bunun üzerine atölyesine el koymaya geldiklerinde memurlardan birini yaralamıştır. Babasına yedi buçuk sene hapis cezası verilince İbrahim de ailesine, hasta annesine ve küçük kız kardeşine bakmak zorunda kalmış ve tekstil fabrikasında çalışmaya başlamıştır.
İbrahim, her hafta hapishaneye babasını ziyarete gelir. Nâzım da onunla arkadaş olmuştur. Bir keresinde Nâzım ve İbrahim’in babası hastalanmıştır, bunun üzerine onları hapishanenin revirine kaldırmışlardır. O zaman İbrahim, revire daha sık gelebilmiş ve daha uzun süre onların yanında kalabilmiştir. İbrahim, Nâzım’a her konuda, özellikle de başka ülkelerde işçi çocuklarının nasıl yaşadıkları hakkında merakla sorular sormuştur. Nâzım, ona Sovyetler Birliği’ni, Sovyet çocuklarının nasıl mutlu yaşadıklarını, dürüst insanların nasıl barış için mücadele verdiklerini anlatmıştır. Bir keresinde Nâzım, İbrahim’e şiirlerinden birini okumuş, o da şiiri hemen ezberlemiştir.
Nâzım, sonrasında yaşananları derginin sayfalarında şu şekilde anlatmıştır:
“Revirde birçok şiir ve makale yazmıştım. Bir şekilde onları dışarı göndermem gerekti. O zamana kadar şiirlerimi dışarı çıkarmayı başarmıştım. Bunun nasıl yapıldığını size anlatamam, çünkü şuan da hapishanede yatan yoldaşlarım, aynı imkânı kullanıyorlar. Ancak revirde bu mümkün değildi. Düşündükten sonra İbrahim’den yardım istedim. Jandarma ve gardiyanlar, girişte ve hapishaneden çıkışta çocukları çok sıkı aramıyorlardı. İbrahim’e işin özünü anlattım ve o da hemen kabul etti.
İbrahim,- dedim, eğer ki aramada bu şiirleri bulurlarsa, seni tutuklarlar.
Tutuklasınlar,- dedi İbrahim.
Sana vuracaklar ve eziyet edecekler.
Yapsınlar!
Seni ıslahevine atacaklar ve hasta annen ve küçük kız kardeşin aç kalacaklar.
İbrahim, biraz düşündü, sonra nasırlı, işçi, çocuk elini bana uzatıp şöyle dedi:
Şiirleri verin, amca, gereken yere ulaşmaları ve herkesin okuması için onları dışarı çıkarmak gerek.
Ona şiirlerimi verdim ve gereken yere ulaştılar. Onlar da İbrahim’in, on yaşındaki işçi İbrahim’in sayesinde barış mücadelesinde görevlerini yerine getirdiler.”
Küçük İbrahim kim?
Nâzım, küçük İbrahim’le ilgili anısını yazarken çocuk okuyucularına cezaevinden şiirlerini nasıl çıkardığını yazmamış, çünkü o sırada da o yöntemin cezaevi arkadaşları tarafından kullanıldığını belirtmiştir. Nâzım’ın bu şekilde, yazısı Türk makamları tarafından okunduğu takdirde arkadaşlarının başının derde girmesini engellemek istediği görülmektedir. Bu durum, küçük İbrahim ve ailesi için de geçerli olmalıdır. Dolayısıyla büyük şairin bu yazısında verdiği genel bilgilerin onların gerçek kimliklerini gizlemeye yönelik olduğu düşünülmelidir. Öyle ki Nâzım, bu yazıyı yayımladığı 1952 senesinin başında Türkiye’den daha yeni ayrılmış, dolayısıyla bu konudan kaynaklı yaşanabilecek sorun daha güncelliğini korumaktadır.
Bunlar göz önünde bulundurulduğunda Nâzım’la ilgili aşağıdaki anısını anlatan Mustafa Kumarslan’ın “küçük İbrahim” olma ihtimali vardır:
“Ruhsatsız silah bulundurmaktan 1949 yılında Bursa Cezaevine giren babam, aynı zamanda Demokrat Partinin Yenişehir Teşkilatı kurucularındandı. İçeri alınmasında bunun da payı olduğunu düşünüyorum. Ben 1934 doğumluyum. Bursa Cezaevine babamı ziyarete annem, ağabeyim ve hala çocuklarımla giderdim. Cezaevi ziyareti öncesi pazara uğrar, karpuz ve değişik meyveler alır, yola öyle koyulurduk. Oradakiler buna çok sevinirlerdi. Babam, hem kalp hastası olduğu hem de altı ay gibi kısa bir ceza aldığı için revirde, Nâzım Hikmet’le kalmıştı. Ben ve yanımdaki çocuklar onların kaldıkları odaya kadar giderdik. Ben, onu ve kaldığı odayı bugün gibi hatırlıyorum:
Nâzım Hikmet, çizgili bir pijama giymişti. Karyolasının üstünde uzanmış, elinde de bir kitap vardı. Bizi görünce kitabı kapatıp yastığının başucuna koyarak babama seslenmişti: ‘Celil! Bu çocukların hepsi senin mi?’ Babam da: ‘Bunlar yarısı, yarısı da köyde!’ diye cevap vermişti.
Nâzım Hikmet bizleri çok sevmişti. Babama ve bize başka başka sorular da sorardı. Okuyup okumadığımızı, öğretmenlerimizin cumhuriyeti anlatıp anlatmadıklarını…
Nâzım Hikmet, babamı çok sevmiş. Ona: ‘Senin resmini yapacağım Celil’ demiş. Ceviz çerçeveye gerdiği beze, başlamış babamın resmini yapmaya. Ama babam, Nâzım Hikmet’in karşısında sabit durmazmış. Nâzım Hikmet, ara ara seslenir, yüzüne bakıp tekrar gönderirmiş babamı.”
(Güney Özkılınç, Yüzümde Nâzım İzi Var:
Nâzım’ın Bursa’daki İnsanları, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, Mayıs 2012)
Orhan Kemal, Nâzım’ın çocuk sevgisini anlatıyor
Nâzım Hikmet’le Bursa Cezaevi’nde üç buçuk yıl birlikte yatan Orhan Kemal de onun çocuk sevgisine ve çocuklarla kurduğu canlı ilişkilere tanık olmuştur ve anılarında buna dair şu satırları yazmıştır: “İnsan soyuna karşı sevgisi sonsuzdu. O kadar ki, bunu bir ‘din’ haline getirmişti. Hele çocuklar… Ağlayan bir çocuğu kucağına aldığı zaman çocuğun sustuğuna şahit olmadım ama, tereddütsüz iddia edebilirim, her çocuk onunla ‘ahbap’ olabilirdi.
Bir gün onun bu yanını göz önünde tutarak, bir şiir yazmıştım, gösterdim.
– Bunu, dedim, sizin üstünüze yaktım üstat!
Aldı, okudu. Okurken burnunun kanatları titriyordu, gülmemek için kendini sıktığı belliydi:
‘Kırk yaşında çember çevirebilmek,
sabun balonları üfliyebilmek havaya.
Kilerden reçel çalmak,
Gizli deliklerden gözetlemek komşu kızını!
Pırıl pırıl bir gümüş tatlı kaşığında
kırmızı gül reçelidir, çocukluk.
Kırk yaşında çember çevirebilmek,
Sabun balonları üfliyebilmek havaya!
Sevebilmek dünyayı ve insanları,
Sevebilmek, her şeye rağmen
Sevebilmek sevebilmek…
Sabun balonları üfliyebilmek havaya!’”
(Orhan Kemal, Nâzım Hikmet’le Üç
Buçuk Yıl, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1965, s.55-56.)
‘Dünyayı verelim çocuklara’
Nâzım Hikmet’in “Dünyayı Verelim Çocuklara” adıyla bilinen aşağıdaki başlıksız şiiri, Rusçaya da çevrilmiş ve bestelenmiştir. Müziğini David Tuhmanov’un yaptığı “Dadim Şar Zemnoy Detyam” isimli parça, Sovyetler’in Sofiya Rotaru gibi önemli şarkıcıları tarafından da seslendirilmiştir:
Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
dünyayı çocuklara verelim
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler
21 Mayıs 1962, Moskova




Sovyet Azerbaycanı’nın kurucusu, sosyalist hareketin lideri, Türk Kurtuluş Savaşı’nın büyük destekçisi Nerimanov’un 1913-1918 arası yaşadığı ev şimdi müze. Fotoğraftaki çalışma masasında. Nerimanov’un diplomatik pasaportu, Atatürk, ilk Türkiye elçisi Abilov ve Nerimanov’un Atatürk’e telgrafı. Nerimanov’un Bakû’deki heykeli.
Nerimanov’un erkek kardeşinin torunu olan müze müdürü Kamile Hüseynova ile birlikte.












Azerbaycan’ın Qobustan kentindeki en eskisi MÖ 15000 yıllarına ait kaya resimlerinden örnekler. UNESCO dünya mirası kapsamına aldı.



Azerbaycan sosyalist hareketinin lideri, Sovyet Azerbaycan’ın kurucusu ve Türk Kurtuluş Savaşı’nın büyük destekçisi Neriman Nerimanov’un adının verildiği park ve heykeli. II. Dünya Savaşı Sovyetler Birliği kahramanı Mirza Veliyev’in parktaki büstü. (Qusar kenti, Azerbaycan)




Azerbaycan’ın Quba kentinde 31 Mart 1918 tarihinde Taşnaklar tarafından katledilen 400 kişinin anıt-mezarlığı. Toplu mezar, burada yapılmak istenen stadyumun inşaatı sırasında tesadüfen bulunmuş. Katledilen insanların çoğu hançer darbesiyle öldürülmüş. Anıt-mezardaki iki beyaz yapı, saplanan hançerin dışarıda kalan saplarını temsil ediyor. O beyaz yapıların, yani toprağın altında da belge ve fotoğraflardan oluşan bir müze bulunuyor.





Azerbaycan’ın Quba kentindeki Yahudi mahallesinin Karabağ Savaşı şehidi. Adı mahalledeki bir caddeye de verilmiş.
Yahudi mahallesinde iki sinagog var. Ayrıca birçok evin çatısında ya da duvarlarında David yıldızını görmek mümkün.



Azerbaycan’ın Quba kentindeki Cuma Camii. 1802 yılında yapımı tamamlanan caminin kubbesindeki işlemeleri 1950’lerde Leningradlı bir Sovyet kadın sanatçı tarafından yapılmış. 1918 sonlarında Bakû’den Dağıstan’a geçerken Nuri Paşa cuma namazını burada kılmış.